”Aramızda iletişim kurabilmek için bir dil geliştirdik. Diğerlerinin önünde konuşsak bile ne dediğimizi anlamayacaklardı. Başımızı sola çevirmemiz ‘seni her şeyden çok seviyorum demekti’, başımızı sağa çevirmemiz ‘dikkat et, tehlikedeyiz’ anlamına geliyordu. Başlangıçta ‘seni her şeyden çok seviyorum’ ve ‘dikkat et, tehlikedeyiz’i karıştırmamak için çok dikkatli olmamız gerekiyordu. Sol kolumuzu kaldırdığımızda ‘senin kollarında dans etmek istiyorum’ anlamına geliyordu. Ellerimizi yumruk yapıp arkamıza koymamız ‘hadi sevişelim’ demekti. Kodlar öyle anlamlı hale geldi ki birkaç hafta içinde ağzımızı bile açmadan hemen her şeyi konuşur olduk.”
Hollywood’un başarılı iki oyuncusu Colin Farrell ve Rachel Weisz’i ilk defa bir araya getiren The Lobster, Yorgos Lanthimos’un yönetmenliği ve Efthymis Filippou’nun ise senaristliğiyle distopik bir evrende geçiyor. Projenin yıldızları arasında Léa Seydoux, Ben Whishaw, Jason Clarke gibi önemli isimlerin de yer aldığı filme daha derinden bakalım.
The Lobster bir Hollywood filmi olmanın çok ötesinde. Yunan yönetmen ve İrlandalı, Amerikalı ve Hollandalı prodüktörlerin yapımıyla sahne alıyor. Filmde görecekleriniz zengin ve absürt bir trajikomedi. Filmin ilk sahnesi bizi bir suikastla karşılıyor. Cesur Yeni Dünya’da Colin Farrell göbekli bir adam ve bir otelde kontrol ediliyor. Bekar insanların devletin yasalarına bağlı olarak bir otele götürüldüğü ve 45 gün içerisinde uygun partneri bulamadıkları koşulda seçtikleri bir hayvana dönüştürülüp ormana atıldıkları The Lobster’da aşkın ve yalnızlığın anlamı sorgulanıyor. David’in seçtiği hayvan bir ıstakoz, refakatçisi de bir av köpeği olan birkaç yıl önce otele gelen ve başarısız olan erkek kardeşi. Otel genel olarak sıkıcı ve baskıcı bir yer. Konuklar zar zor konuşuyor ve kahvaltıda birbirleriyle otururken yan yana endişe dolular. Otelin yöneticisi çok tempolu ve otoriter. Otelin sosyal etkinlikleri eski moda pop şarkılarıyla gerçekleştiriliyor. Tüm konukların, kendine özgü rahatsızlıkları veya engelleri var gibi görünüyor.
Konuklar avlanmak için bazen ormana gidiyorlar. Farrell etrafında ne olursa olsun, duygularını hiç belli etmiyor. Çünkü sürekli şiddet görme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Konuklar kuralların dışına çıkarlarsa ellerini tost makinasına koymak ve koltuk altında yumurta ile dolaşmak zorunda kalabilirler. Ciddi bir müzikle ve “dar görüşlü bir kadın” tasviriyle Rachel Weisz’in titrek, melodramatik seslendirmesi tezat oluşturuyor. Weisz’in oynadığı karakter başlarda olmasa da, varlığını tüm film boyunca hissettiriyor. Karakterler potansiyel uyumluluğu kanıtlamak için aşırı bir çaba gösteriyorlar.
Birbirlerine cinsel istek duymaları yasak. Hepsi uyum sağlamak konusunda umutsuz. Böyle olağan dışı orijinal bir filmin yapılması konusunda Lanthimos’un aşırı esrarengiz yaklaşımını gözlemliyoruz. Çünkü hangi sahnenin can alıcı, hangi sahnenin komik, hangi sahnenin umutsuz olduğuyla ilgili önceden ipucu verilmiyor. Lanthimos kasten gerilim, korku dolu, distopyacı çizgiyi bulanıklaştırıyor. Farrell’in aşırı duygu yüklü bir karakter olduğu nihayet Weisz’in görememeye başladığı sahnede ortaya çıkıyor.
Miami Vice ve İskender gibi filmlerde oynadığını hatırlarsak Farrell’in oyunculuğu olağanüstü. David karakteriyle kilolu, tıknaz ve kötüleyen bir bıyığa sahip olan Farrell kelepçe taktığı ve pantolonunu çıkarmak zorunda kaldığı ıstıraplı sahnelerde beklenmedik low-key becerileriyle; karakterin özlemi, kıskançlığı ve umutsuzluğu hakkında ipuçları vererek muhteşem bir yetenekle izleyicisiyle buluşuyor. Luis Buñuel’in Jean-Luc Godard’s Weekend gibi filmlerinden alışık olduğumuz, tuhaf ve korkunç durumlarda ortaya çıkan burjuva karakterlerini andırıyor. Sonuçta ironik bir şekilde ve aşırı stilize edilmiş çok ilkel bir aşk hikayesi ortaya çıkıyor.
The Lobster kesinlikle potanın çok üzerinde bir film. Bu yönetmenin kendine has parlaklığından kaynaklanıyor olabilir. Her yıl aşk ve ilişkiler üzerine milyonlarca film yapılıyor. Ne yazık ki hepsi aynı pattern içinde kalıyor.
Fransız eleştirmen Raymond Bellour, Hollywood filmlerini, çiftler oluşturmak için bir araya gelen makineler olarak nitelendirmişti. Erkekler kızlarla tanışır. Erkekler kızları kaybeder. Erkekler kızları alır. Bu Formula yarışı gibi tekrar eden U.S. filmlerine Lanthimos taze bir soluk getirmiş. Onun filmi de aşk ve ilişkiler üzerine, ama hiçbir Hollywood yapımcısının şimdiye kadar cesaret edemediği türden.
Cannes, Jury Prize Winner, ”The Lobster”
Köpek Dişi, ardından Attenberg ve Alpler’de toplumsal kodları yıkarken akıllarımızı karıştırmayı alışkanlık haline getiren Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un ülkesi dışında çektiği ilk filminde kendinize ait çok şey bulacaksınız.